1 Ekim 2025

Çamaşırlar 2: Güneş, hep bizim eve doğuyor

Suzan PEKER yazdı 

Yaşasın evimizde 34 yıl sonra minik çamaşırlar var. Pembe, sarı çiçekli bir body var mesela, mis gibi torun kokan. Mama sandalyesine oturmak istemeyen. Sabahları yatağımıza geliyor, çiçeklerini tek tek içimize döküyor. O çiçekler içimizde büyüyor, büyüyor. Bir de öyle güzel gülüyor ki bu çiçekler inanmazsınız. Sımsıcak oluyor içimiz sabah sabah. Gözlerimizde bir pırıltı, Güneş ışığından daha ferli. 

Pembe beyaz çizgili bir tayt mesela…İçine bezli küçük bir popocuk girmiş, yerleşmiş. Ayağa bile kalkmış tayt, bir yerlere tutunarak. Ama genelde dizlerinin üstünde yerleri temizliyor. Sonra bağrış, çığrış çıkarılıyor. Laf aramızda sahibi hiç sevmezmiş, giyip, çıkarmayı çamaşırlarını. Pembe çizgili tayt çamaşır makinesine gidecek şimdi ama kokusu uçmasın yıkanınca olur mu. Nasıl sağlarız bunu söyle bize makine. Ne sabun koksun, ne yumuşatıcı, sadece olduğu gibi kalsın, evlat koksun. Çünkü biz bu kokuya yıllardır hasretiz. Hayatın koşuşturması arasında doya doya içimize çekemediğimiz, çektiklerimizi de kutulayıp saklayamadığımız bu kokuya.

Bir pembe mayo var ki doyamıyoruz bakmaya. Bezli bikininin kenarları fırfırlı.  Uzun kollu body’siyle takım. Bir de şapkası. Plaj modasında son nokta. O şapkayı bir görseniz güneşin tüm ışıklarından koruyor ama yine de şapkanın sakladığı yüz parlamayı sürdürüyor. Nasıl olabiliyor anlamak mümkün değil.

Plajda kumlarla haşır, neşir bikini. Sahibi kumları o kadar çok seviyor ki, ağzına atıp yemeye çalışıyor hep. Lezzetli demek ki. Body de dalıyor kumların içine ara sıra. Şapka hariç,  o kumu sevmiyor pek. Onun işi güneşle. Adının hakkını vermek lazım diye çok da istekli olmadan denize giriyor mayo. Ama Bozcaada denizi soğuk. Bi ürperiyor, biraz oyalanıyor. En iyisi pembe rengi beyaza çalmadan denizden çıkmak. Sıcak kumların üzerine serili turuncu mandala desenli örtü misafir ediyor bizimkileri. Genç bir çift çok beğendi turuncu örtümüzü ya da üstündeki misafiri, bakışlarından belli.

Denizden gelince karşımıza yeni giysiler çıkıyor. “Merhaba ben önden düğmeli beyaz penye hırka. Aman dikkat üşütmeyelim. Düğmelerimin hepsi teker teker sevgiyi ilikler.  İçimdeki can pareyi korur. Benim görevim diğerlerinden daha üstün” diye böbürlendi.

Pembe, kenarı fiyonklu, içi yumuşacık ağzına kadar sevgi dolu bir çift çorap hareketlendi. Doğru, mercimek kadar parmaklardan başlayıp ayak boğumlarını geçip, pamuk bilekte sabitlendi. İkincisi de aynı yoldan ilerleyip, diğer bilekten seslendi; “Ya biz olmasak”  

Ahh az kalsın unutuyordum. Duymasın ama en sevilmeyen de mama önlüğü. Üzerinde zebralar, filler, zürafalar…Hepsi sevgi dolu bir sürü hayvancık. Hepsinin derdi bizimkini mama yerken oyalamak, biraz da üzerlerine dökülen mamalarla karınlarını doyurmak. Ama ne mümkün. Minik ellere direnmesi zor hayvancıkların. Hepsini koparıp atabilir, yerlere, öyle sevmiyor yani.

Bu giysilerin hepsinin derdi en iyi olup, sahibinin gözüne girmek anlaşılan. Ama O’nun gözü hep annesinde.

Mama sandalyesi köşede durmuş, tek olmanın keyfini çıkartıyor. Üzerine de sahibinin bezli poposu kadar, ayıcıklı, minik bir minder kondurmuş, davetkar. Önündeki minik masasının üzeri pankek parçacıklarıyla süslü. Pankekleri ağzına götürüyor minik yumuk eller. Ağızdaki iki küçük diş eşlik ediyor onlara. Karnı doyunca misafirin, şap, şap vuruyor masaya pamuk avuçlar. Seve, seve kabul ediyor şaplakları masa. Yeter ki biraz daha birlikte olsunlar.  Her şey kabulü ama buna rağmen sahibini üzerinde en fazla 5 dakika tutabiliyor. Anne kucağıyla yarışması mümkün değil.

Pembe, mavi, beyaz renkte üç kaşık, diğer masanın üzerinden dikkatle izliyor olanları. “Biz, ağzının içine kadar girip, ona çorba ve mama taşıyoruz. Bize henüz alışamadı ama ilerde bizden ayrılamayacak. Biz vazgeçilmezliğe doğru kararlı adımlarla ilerliyoruz. Hey sen mama sandalyesi, ne kadar ömrün var ki”.

Sahibiyle çok fazla haşır, neşir olamamanın acısının üstünü örtmeye çalışıyor kaşıklar. Oysa onların bir işlevi daha var, baget olmak. Ne eşsizdir o bagetlerle çalınan müzik. Üstelik biraz da hoşuna gider kaşıkların, bahaneyle kıskandığı mama sandalyesi de dövülür çünkü.

Köşeden göz kırpıyor su biberonu. “Haydi alsana beni iki elinin arasına, tutsana o minik parmaklarla. Bak şarkı bile söylüyorum sana “Hiç kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktu” hadi, hadisene…

Minik sahip, sanki duymuş gibi biberonun söylediklerini, küçük bir gülümsemeyle tuttu iki yanından salladı onu. Biberon dans etti, horon vurdu mutluluktan. İçindeki deniz dalgalandı, su aktı, aktı, aktı…Sahibinin susuzluğunu dindiren pembe biberon; pembe başarı kurdelasını takıp yerine oturdu.

Aaa o da ne. Buruş, buruş küçücük bir paket. Baba şişirdikçe şişirdi, sonra içine su doldurdular, kocaman mavi bir havuz oldu. Hepsi, ona baktılar.

Neler oluyor?

Bu da kim?

Ne işe yarayacak?

En çok da biberon bozuldu, “Bu kadar su, aman Allahım, nasıl yarışırım bununla” sonra da bağırdı: İsraf bu, israf. Minik sahip duymadı bile biberonu. Etrafında dedeleri, babaannesi, annesi, babası. Oturdu minik denizine şap şap vurdu suya. Su sıçradıkça etrafa keyiflendi. Sarı ördek, minicik dişler tarafından ısırılmaktan keyiflenip, ara sıra vak vakladı. Oyunlar bitti, havlu hemencecik sarıverdi miniği. Annesinin kolları da havluyu.

Mayo çıkarılırken biraz hırpalandı, sonra kurutma teline yerleşip, sıcacık güneşin tadına vardı. Minik bembeyaz bir body yerleşti mis kokulu vücuda, bacaklara da siyah üzerinde sevimli karakterler olan bir tayt. Mercimek parmaklar özgür, pembe topuk davetkar, güneşe çıktı…

Yıllar, yıllar önce anlatmıştım. Zıbından, kot pantolona uzanan çamaşırların öyküsünü. Büyüyüp, okuyup, eve dönüp, sonra kendi yuvasını kuran, anne-baba evinde kokusunu bırakan çamaşırları…

Yıllar sonra şimdi üç kişilik oldu çamaşırlar. Birininki çok minik. Evlat, evlat kokuyor evimiz.  Küçük bir yaz tatili için bize geldiklerinde, ağzımız kulaklarımızda, içimiz kıpır, kıpır, tüm kokuyu içimize çekiyoruz. Artık, Güneş hep bizim eve doğuyor…

3 Haziran 2025

Al elmanın diyarı, Amasya...

 
Amasya....

Suzan Peker yazdı

Gezimizin ikinci gününde Amasya’ya doğru yola çıktık. Yaklaşık 1.5-2 saatlik yolumuz var. Al elmanın diyarına Turhal üzerinden gidiyoruz. Dönüşte rehberimiz bize sürpriz yapıp Zile’ye uğrayacak ama henüz biz bunu bilmiyoruz.

Amasya’ya oğlumun askerliği sırasında geldiğim ve şehri bildiğim için çok heyecanlı değilim ama grupla gezmenin tadı bir başka. Şehirdeki ilk durağımız Ferhat ile Şirin Aşıklar Müzesi. Müzede Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibi tarihe mal olmuş aşıkların hikayeleri anlatılıyormuş. Ama biz müzeye girmeyip; bahçesinde satış yapmak için ikram edilen elma çayının, elmalı lokumun, elmalı Türk kahvesinin tadına bakıyoruz. Kimimiz de Ferhat ile Şirin kartonetlerine başını sokup aşkını tazeliyor. Zamanımız dar, arkeoloji müzesi bizi bekler.

 Amasya Arkeoloji Müzesi

 

Türkiye’nin en geniş mumya ailesi

 Müzede Tunç Çağı, Hitit, Urartu, Frig, İskit, Pers, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait medeniyetlerin eserlerini görebilirsiniz. Türkiye’nin en geniş mumya ailesi de bu müzedeymiş. Amasya’da nazırlık yapmış İşbuğa Nuyin, Cumudar Bey, İlhanlılar döneminde valilik yapmış İzzettin Mehmet Pervane Bey, cariyesi ve kız ve erkek çocuklarına ait mumyalar ilginç olduğu kadar düşündürücü. 

Yavru Köyü Elmalı Mozaiği...

Amasya’ya 11 km uzaklıktaki Yavru Köyü’nde yapılan bir kazıda 2013 yılında açığa çıkarılan Elmalı Mozaiği, Amasya Misket Elması’nın Roma Dönemi’nde, 1700 yıl öncesinde de meşhur olduğunu gösteriyor.

 

Gökmedrese Camii Cümle Kapısı-1267...

 Müzedeki önemli bölümlerden biri de tarihi kapılar. Selçuklu Dönemi eseri olan Gökmedrese Camii’nin abanoz ağacından yapılan orijinal cümle kapısında oyma tekniğiyle yapılmış bezemeler yeralıyor. Kapı kanatları üzerinde Arapça bir Hadis-i Şerif ve kapıyı yapan ustanın kitabesi bulunuyor. Hadis-i Şerif’te şöyle yazıyor;

Peygamber buyurdu: ”Ademoğlu öldüğünde üç ameli dışında bütün amelleri kesilir. Bu üç amel, Salih evladın kendisine ettiği dua, sadaka-i cariye (faydalanılan hayratlar) ve son olarak kendisinden yararlanılan ilimdir” Allah’ın elçisi doğru buyurdu.

Ayrıca, tarihi Amasya II Beyazıt Camii’den alınarak müzeye getirilen Kayı Boyu Damgalı pencere kanatları da Amasya ili sınırları içinde tesit edilen tek Kayı Boyu Damgası’nı taşıması nedeniyle önemli.

Fırtına Tanrısı Teşup’un bronz heykelciği de burada. Müzenin bahçesinde antik çağ lahitleri yer alıyor.

 

Arkada Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmiş Kaya Mezarları, önünde tarihi Amasya evleri olunca, fotoğraf çektirmeden olmaz.

Müzeden çıkıp, şehzadelere okul olmuş, Milli Mücadele’nin ilk adımına Amasya Tamimi ile ev sahipliği yapan bu güzel şehri keşfe çıkıyoruz. Yeşilırmak’ın kıyısında sırtını Kaya Mezarları’na dayamış Yalı Boyu evlerinin arasında geziniyoruz. Amasya elmasından yapılan çaylar, kahveler, kolonyalar, Amasya’nın meşhur bamyasının satıldığı dükkanlar, el işleri ve takı  satan küçük sevimli mağazalar. Herkesin kendine göre bir şeyler bulacağı dar sokaklar. Tarihi Kaya Mezarları’na çıkan bir grup arkadaşımız var. Biz daha önce gördüğümüz ve merdivenlerin yoruculuğunu bildiğimiz için sokaklarda gezinmeyi ve Yeşilırmak kıyısında dinlenmeyi seçiyoruz. Ünlü coğrafyacı Strabon, Osmanlı padişahları, selfy çeken şehzade ve “Milletin İstiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyerek Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Atatürk ve arkadaşlarının heykelleri, Yeşilırmak’ın kıyısı boyunca zaman tünelinden geçiriyor sizi. 

Amasya ve grubumuzun kadınları…

 Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Müzesi...

Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Müzesi’ndeyiz şimdi. Ben daha önce gezdiğim için girmiyorum. Müzeye ismini veren Şerafettin Sabuncuoğlu; Fatih Sultan Mehmed Döneminin hekimlerinden. Müzeye ev sahipliği yapan medrese tarzındaki yapı ise, İlhanlılar döneminden günümüze ulaşan bir yapı. Bununla ilgili daha önce bir yazı yazdığım için burada daha fazla ayrıntıya girmemeyim. Yazının linkini buraya bırakıyorum.                                        (https://punto-punto.blogspot.com/2019/04/sabuncuoglu-tp-ve-cerrahi-tarihi-muzesi.html)

Sadece Şerafettin Sabuncuoğlu’nun yıllar önce söylediği “vicdanın daima hırsının önüne geçsin” sözünü hatırlatayım. Özellikle Yenidoğan Çetesi gibi hepimizi derinden üzen ve hayrete düşüren olayların olduğu şu günlerde, çok anlamlı gelmiyor mu?

Artık dönüşe geçebiliriz. Rehberimiz, “Size bir sürprizim var. Zile’ye uğrayacağız” dedi.  Onu da bir sonraki yazıda anlatayım.

 

27 Mayıs 2025

Tokat’tayız heri…

 Suzan PEKER yazdı

Tokat’a geldik ya, Tokatlı gibi konuşmadan olmaz. Evet biz de Tokat’tayız heri.  

Bu sözcüğü Tokatlılar, “ya”, “yahu”, “artık“ anlamında kullanmayı seviyor. Kısaca he yerine de geçiyor. Gezerken gördüğümüz yeni vizyona giren filmin adı da Tokatlıyız heri idi. Heri’yi sevdik, sevimli bir sözcük. Tokat’ın daha birçok sevimli sözcüğü var.

“Tokat size sürprizler sunabilir” cümlesinden yola çıkıp, Tokat’ı merak ettik bu kez. Eee merak olmadan gezi olmaz…Düştük yollara; Ankara, İstanbul ve Bozcaada’dan gelerek büyüyen grubumuz, Tokat Yazmacılar Han’da buluştu.

 900 adımda 900 yıllık tarih: Tokat

 Tokat Yazması meşhur, bilirsiniz. Eskiden geleneksel bir şekilde yazma üretilen Tokat Yazmacılar Hanı, şimdi otantik bir otel. Konaklama için burayı seçtik ve memnun kaldık.

Sabah hafif yağmur çiselerken otelimizin bulunduğu Halit Sokak’tan Sulu Sokak’a doğru ilerliyoruz. Daracık sokağın iki yanında tarihi evler, hanların altlarında Tokat yazması, elişi ürünler, takılar, değerli taşlar satan sevimli küçük dükkanlar…

 Hatti, Hitit, Frig, Roma, Bizans, Danişment, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserleriyle Tokat bir açık hava müzesi. Sulu Sokak, sırtını Tokat Kalesi’ne dayamış, eski adıyla Yahudiler Sokağı. Tarih kokan bu sokağa tarihi İpek Yolu’nu ve ticareti simgeleyen deve kervanlarının heykelleri yerleştirilmiş. Tokat, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan yol üzerinde olması nedeniyle tarih boyunca önemli bir ticaret merkeziymiş.

 Sık Dişini Helası...

 Deve kervanlarıyla ticaret için gelenler o kadar çokmuş ki, tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için sıra beklerlermiş. Günümüze ‘Sık Dişini Helası’ adıyla gelen tarihi hela, o günlerin ticaret yoğunluğunu bize muzip bir dille anlatıyor. 15. asra tarihlenen yapının, Anadolu’nun ilk umumi helası olduğu düşünülüyor.


Tokat Müzesi...

Çivi Yazılı Hitit Tableti...

Azize kristina heykeli...

Hristiyanlığı kabul ettiği için Paganlar tarafından öldürüldüğü düşünülen genç kız heykeli. 1929’da harabe bir kiliseden alınarak Tokat Müzesi’ne getirilmiş. 19. Yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor.

Takılar...

 Sokağın iki yanı müzeler ve tarihi eserlerle dolu. İlk durağımız, Tokat Müzesi. Arkeolojik ve etnografik eserlerin yer aldığı Tokat Müzesi’ne 15. Yüzyılda inşa edilen Tokat Bedesteni ev sahipliği yapıyor. Milattan önce 4000 yılına kadar uzanan Tokat şehrinin birçok medeniyete ait arkeolojik eserlerini burada görmek mümkün. Maşathöyük kazı buluntuları, Hititçe tabletler, sikke koleksiyonuyla zengin bir müze burası.

 

Yağıbasan Medresesi...

 İkinci durağımız; Danişmentliler döneminde inşa edilen Yağıbasan Medresesi.  Medrese; astronomi, fizik, geometri, matematiğin öğretildiği, Anadolu’nun kapalı avlulu ilk medreselerinden biri olma özelliğini taşıyor.  Avlunun dört bir yanındaki odalarda; El-İdrisi’nin Kayıp Dünya Haritası’nın, Takiyyüddin’in İstanbul Rasathanesi için icat ettiği bir gözlem aletinin, El- Biruni’nin kimya çalışmalarının, 12. Yy’daki tıp aletlerinin, izlerini sürebilirsiniz.  


 
Tokat Şehir Müzesi Hatırası—Grubumuzun kadınları

 Yağıbasan Medresesi’nin hemen yanında, Tokat Şehir Müzesi bulunuyor. Burası daha çok etnografik bir müze. Tokat; bakırcılık, yazmacılık, dokumacılık, ahşap oymacılığı ve dericiliğiyle ünlü. Sultan II. Mahmut’un saray sinilerinin Tokat’ta yapılması için bir ferman çıkardığı biliniyor. Müzede, Tokat’ın tarihteki günlük yaşamına ait örnekler, giysiler, canlandırmalar görülebilir. Girişte fotoğraf çektirmek için bir hatıra köşesi oluşturmuşlar. Grubumuzun kadınları olarak burada bir fotoğraf çektirmesek olmazdı.

 Ahşap oymacılığı...

Tokat Yazmacılığı...

 Ellik.. Türkülere konu olan ve halayı çekilen ellik, ekin biçerken ele geçirilen bir alet. Ahşaptan yapılan ellik, orağın eli kesmesini engelliyor.

Honca Tepsisi. Evlendikleri gece, gelin ve damada götürülen yemek tepsisi.  Tokat’a özgü 6 gözlü bu tepsi, bugünkü tabldot sisteminin atası gibi.

 Yeşilırmak’ın kıyısında…

Tarihi Yeşilırmak Köprüsü...

 Müze gezilerimiz bitti. Yeşilırmak’ın kıyısında soluklanma vakti. Selçuklu döneminde yapılan Yeşilırmak Köprüsü ya da Hıdırlık Köprüsü’nün dibindeyiz. 1250 yılında yapılan 5 kemerli köprü, Selçuklu Sultanı 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’in üç yıl boyunca çatışan üç oğlu İzzettin, Alaaddin ve Rukneddin’i barıştırmak için yapılmış.

Bugün tarihi köprüye nazır  kırmızı kalpli “Tokat” yazısının önünde poz vermek isterseniz, sevginizi, zaman tünelinden geçirmiş olabilirsiniz.

Yeşilırmak yanımızdan akarken, 775 yıl önce yapılan tarihi köprüye bakarak çayımızı yudumlayıp, Tokat’ın bize daha neler sunacağını merak ediyoruz. Ama bir gün daha bekleyeceğiz. Zira programda yarın Amasya var.

  

5 Kasım 2024

Borçka'da bir "Demir Elma" masalı...

 

 Demir Elma Festivali, 1-2-3 Kasım’da Borçka’da gerçekleşti.   

 Suzan Peker yazdı

Bir varmış, bir yokmuş Borçka diye bir yerde Maradit diye bir köy varmış.  Borçka’da ve köyde bir sürü ‘Demir Elma’ ağacı varmış. Demir Elma’nın bir adı da Laz Elması’ymış.

Demir Elma da elmaymış hani. Her derde devaymış. Anneler, çocuklar hastalanınca fırında ‘Demir Elma’ pişirip onlara yedirir çocuklar da hemencecik iyileşirmiş. Çiçeğinden şifa niyetine çay yapılırmış. Hasta ziyaretine giderken Demir Elma götürülürmüş. Akşam komşular geldiğinde kuzinenin üzerinde pişer, mis gibi kokusu yayılır, onun tadına doyum olmazmış. Her kılığa girermiş Demir Elma. Kah hoşaf olurmuş, kah pekmez, kah sirke. Tencerede pişen Demir Elmalar’ın üzerine kızgın tereyağını döktün mü al sana nefis bir yemek oluverirmiş.  Üzerine bir de ceviz serptin mi yemeyip, yanında yatsan olurmuş.

 

Maradit Köyü’ndeki Halvaşi Konağı bahçesinde bizim ekip...

 Lezzetli, mayhoş, buruk ve kütür, kütürmüş. Demir Elma sadece bir meyve değil toplumsal bağları güçlendiren bir simgeymiş.

Komşular birbirine

“Bizde bir hasta var elmaya kaçtı aklı

Şimdi elma olur mu a Hemşinli’nin aklı

Yenisi çiçek açar eskisi olur saklı” diye maniler söylermiş.

Sahiden de Demir Elma, demir gibi dayanıklıymış. Serenderlere serilen mısırın kurutulmuş dış yapraklarının üzerinde bir yıl uyuyabilirmiş.  Bazıları da sandıklarda saklanır, sandığın kapağı açılınca mis gibi bir koku odayı dolduruverirmiş. Sandıkta fındıkla kardeş, kardeş uyudukları da olurmuş çoğu zaman.

Demir Elma...

Kadınların el emeği afiş, yürüyüş boyunca taşındı

 Bir rivayete göre dayanıklı olduğu için, bir rivayete göre kırmızı ve yer yer paslı görüntüsünden ‘Demir Elma’ derlermiş adına. Demir Elma ağaçları, Mayıs’ın 15’i oldu mu beyaz üzerine pembe çiçeklerini döker, meyveye durur, annelerinin yolundan gidip, şifa dağıtmak için gün sayarlarmış.

Bahçelerde çay, fındık ağacı, Demir Elma ağacı kardeşçe yaşamış uzun yıllar. Gel zaman, git zaman çay ve fındık ağaçlarına gölge yapıyor diye kesmeye başlamış köylüler Demir Elma ağaçlarını. Çay ve fındık para getiriyor Demir Elma o kadar da para kazandırmıyormuş. Gövdecikleri kesilmiş odun olmuş. O güzelim ağaçların sayısı gün günden azalmış.

Bakmışlar olacak gibi değil. Elele vermiş Demir Elma masalının ileri gelenleri. Ne yapsak, ne etsek de ailelerimizi bir araya getiren, nesilden, nesile aktarılan bu lezzeti uzun yıllar yaşatsak diye düşünmeye başlamışlar ve kolları sıvamışlar.

Borçka Belediyesi demiş ki, “Biz, Demir Elmamız’a Coğrafi İşaret alalım” Peki neymiş bu Coğrafi İşaret. O, ürünün bulunduğu yöreyle özdeşleşmiş olmasının, geleneksel yöntemlerle yapılmasının ve iyi bir üne sahip olmasının göstergesi. Tam da Demir Elma’ya göre. Ve başlamış yolculuk. Ne bulmuşlar biliyor musunuz?. Taaa 100 yıl önce yazılmış bir kitapta “Borçka’nın Çxala Köyü’nde Demir Elma’nın meşhur olduğu yazısını. Çalışmalarına bu yazıyı da ekleyip Türk Patent Enstitüsü’nün kapısını çalmışlar. Ve böylece Demir Elma’nın boynuna çok değerli bir madalya asmışlar. Bundan sonra Demir Elma’nın adı “Borçka Demir Elması” olmuş. Bu madalya, Demir Elma’nın, tanınırlığını artıracak, ticari yönünü güçlendirecek, kültürünü yaşatacakmış.  

Eee bu güzel haberi herkes duymalıymış öyleyse. Demir Elma artık bir şenliği hak etmiş.  Kollar sıvanmış. Borçka Belediyesi, Gola Kültür Sanat ve Ekoloji Derneği, İKSV ve Marmara Belediyeler Birliği bir festival düzenlemiş. Üç gün, üç gece sürmüş festival. Ülkenin dört bir yanından gelen doğaseverler, şairler, yazarlar, sanatçılar, turistler, yaşlılar, gençler Demir Elma’nın bu güzel yolculuğunda, onun sevincine ortak olmaktan çok mutlu olmuşlar.

 

Fındık Ocağı’ndan Seyyare Sungur, Demir Elmalı Çikolata yapımını gösterdi...

 Demir Elma tekrar eski güzel günlerine kavuşsun, köylüye para da kazandırsın diye atölyeler düzenlenmiş. Demir Elmalı crumble’lar pişmiş fırında, Demir Elmalı Çikolatalar, Demir Elmalı kahveler yapılmış, misafirlere ikram edilmiş. Demir Elma için yürüyüş yapılmış. Sirkhane’nin performans sanatçıları Borçka’da kırmızı köprüde gösteriler yapmış. Demir Elmalar, jonklörlerin elinde hop oraya, hop buraya zıplamış.

 

Bir çeşit tahtadan çengel olan sagrep ile toplanan Demir Elmalar’ın gideli denen ince, uzun sepetlere konulması anlatılırken, festivale katkı sağlayanlardan Güneşin Aydemir’den de simge ağacın altında yıldız masalını  dinledik.

 İkinci gün, Maradit Köyü’nde simge bir Demir Elma ağacının altında buluşmuş misafirler. Bir masal fısıldamış onlara ağaç.

Bir varmış, bir yokmuş uzak diyarlarda çeşit, çeşit ağaçları olan bir bahçe varmış. İnsanlar geceleri bu ağaçların altında yıldızları seyre dalarlarmış. Ulu çınarlar, kestaneler, ıhlamurlar, armutlar… Bu bahçedeki elma ağacı hariç tüm ağaçların, kuşların, insanların gökyüzünde bir yıldızı varmış. Geceleri dünya uykuya daldığında yıldızını bilen onunla konuşurmuş. Herkes yıldızıyla sohbet ederken, küçük elma ağacı dallarını yere eğer, sessiz, sessiz ağlarmış. Günlerden bir gün bahçeye gelen köyün bilgesi, üzülmeyip sabırla beklemesini, sonbaharda ona bir sır vereceğini söylemiş.

Ve sonbahar gelmiş. Bilge, elma ağacından izin isteyip bir elma koparmış dalından ve ortasından bıçağı yan tutarak bölmüş elmayı ikiye. Ve “Bak” demiş, “Herkesin yıldızı gökyüzünde senin yıldızın kalbinde saklı”

İşte demiş Demir Elma, “Benim yıldızım da kalbimde. Artık rahatladım ve mutluyum.”

Borçka Belediye Başkanı Ercan Orhan akerdeonuyla halayı coşturdu. Başkan Ercan Orhan ve Gola Kültür Sanat ve Ekoloji Derneği Başkanı Sevilay Refika Kadıoğlu, festivalin yükünü omuzlayan iki güzel insan. Tabii arkalarındaki destek çok büyük.

 

 Demir Elma’dan pekmez yapımı...

Çocuklar, rengarenk oyunlar oynadı...

 Demir Elma’yı duyanlar  köyün çok güzel bir evinin kocaman bahçesinde buluşmuş. Ateşler yakılıp pekmezler kaynatılmış, marmaletlar yapılmış. Sazlar, tulumlar çalınmış, şarkılar, türküler söylenmiş. Köylüsü, kentlisi, çocuğu, yaşlısı koskocaman bir halka yapıp coşkuyla halaylar çekmiş.

Gökten 3 elma düşmüş, üçü de Demir Elma’ymış.

Ve masalımız gerçek olmuş.

 

21 Temmuz 2024

ÇAY BİTKİSİNİN ÜLKEMİZDEKİ SERÜVENİ

 

Prof. Filiz Kamacıoğlu

M.0 de Çin lügatı Kuan Yu’da çayın ve çay deminin hazırlanması ayrıntılı bir şekilde anlatıldı.

618-906 Çay Çin’in ulusal içeceği olarak tarihe geçti.

800 de Çay ile ilgili ilk kitap olan “Ching”bÇinli yazar Lu Yu tarafından yazıldı.

805 d.e Japonya’da çay tarımı başladı.

850- Çay Arap yarımadasına ulaştı.

1368 Çin Hanedanının Çin’de yönetime gelmesinin ardından çay işleme yöntemleri gelişti. Sistem preslenmiş formdan bütün yapraklara doğru döndü.

12. yüzyılda çay içen ilk Türk Hoca Ahmet Yesevi oldu. Kazakistanda yaşıyordu.

1513 de çaydanlık icat edildi. İlk çaydanlık Çin’de Yixing Gongchun tarafından yapıldı.

1606 da Avrupalılar çayı bir içecek olarak kabul ettiler. İlk çay sevkiyatı Çin’den Hollandaya “ Java “ üzerinden yapıldı.

1618 de çay Rusya’ya ulaştı.

18. yüzyılda Semaver icat edildi. İlk semaver Rusya’da İvin Lisitsin tarafından yapıldı.

1881 Çaya bilimsel adı olan “ Camelia Sinensis” adı verildi.

1879 da Çaya olan düşkünlüğü bilinen Hacı Mehmet İzzet Efendi’nin “Çay Risalesi” adlı kitabı basıldı. 

1892 İlk deneme Bursa’da yapıldı. Dönemin Ticaret Nazırı Esbak’ı İsmail Paşa Japonya’dan getirttiği çay tohumlarının Bursa’da ekimini gerçekleştirdi ama ekolojik yapı elverişli olmadığı için girişim başarısız oldu.

1894  de II. Abdülhamit Han çay tarımına onay verdi. Orman, madenler ve Tarım Bakanlığından dönemin Padişahı II. Abdülhamit’e bir belge yollandı. Çayın ticari yapısının yanı sıra şifa kaynağı olduğu belirtilerek tarımının yapılması uygundur onayı istendi ve kısa sürede onay alındı.

1921  Hoca Ali Rıza'nın "Semaver" tablosunda bulunan çay bardağı örneği alınarak "İnce Belli" o yıllarda kullanılmaya başlandığı düşünülür.

Çay tohumları (20 ton) Zihni Derin öncülüğünde Gürcistan'dan getirilip Rize ve havalisine ekildi.

1924 de TBMM Rize'de çay yetiştirme ile ilgili 407 sayılı kanunu kabul etti. Dönemin zor şartları nedeniyle uygulanamadı.

1935 Ankara hükümeti çay tarımının gelişmesi için Ankara Ziraat Faaliyetleri kurumunu Rize'de görevlendirdi.

1937 Çay üretimi yaygınlaştı. Sovyetler Birliğinden Gürcistan kökenli toplam 70 ton çay tohumu satın alındı ve çay üretimi yaygınlaşmaya başladı.


İngiltere'den çay işleme makineleri sipariş edildi ama II.Dünya savaşı nedeniyle ülkemize ulaşımı sağlanamadı.

1938-1948. Türkiye'de çay tarımı ve faaliyetlerinin gelişmesinde Ziraat İşletme kurumu önemli rol oynadı.

1946. II. Dünya Savaşı nedeniyle elimize ulaşamayan çay makineleri bu tarihte elimize ulaştı.

1947-1963. arası sürede 18 çay fabrikası kuruldu ve 1,340 ton işleme kapasitesine ulaştı.

1947. ilk çay fabrikası kuruldu. İlk çay işletme fabrikası günde 60 ton çay üretme kapasitesi ile Rize Fener mahallesinde "Merkez Çay" adı altında faaliyete geçti.

1963.İlk ihracaat 143 ton olarak gerçekleşti.

1971 de çay tarımının ve çay işletmesinin ayrı bakanlıkların sorumluluğu altında yürütülmesine son verildi.

1973. Çay kurumu Genel Müdürlüğü ( ÇAYKUR ) kuruldu.

1978 Pazarköy Fabrikası, Derepazarı Çay Fabrikası ve Kendirli Atölyesi kuruldu.

1984.de 3092 sayılı Çay kanunu ile çayın tarımı, üretimi, işlenmesi ve satışı serbest bırakıldı.

2003 de Çaykur organik çay tarımı çalışmalarına başladı.

2004 de zaman zaman yapılan yeşil çay üretim denemesi kesintisiz üretime döndü.

ÇAY BİTKİSİ  CAMELLİA SİNENSİS

Çay bitkisi 1881 yılında Linnaeus Ogust Kunntze adlı botanikçi tarafından

 " Camellia Sinensis" olarak isimlendirildi.

ÇAY; Çiçekli bitkilerin kapalı tohumlarının alt kısmının, iki çenekli sınıfının serbest taç yapraklı alt sınıfından Perietales takımının Theaceae familyasının Camellia cinsindendir.

Camellia Sinensis'in üç varyetesi vardır.

Camellia Sinensis Varyetesi (Çin Çayı); Yaprakları 4-7 cm uzunluğunda 1-2 cm genişliğinde kısa saplı ve elips görünümündedir. Çin çayı erken ve çok çiçek açar. Yaklaşık 1150 metreye kadar yükseklerde yetişebilir. Soğuğa, hastalıklara ve kuraklığa dayanıklıdır.

Camellia Sinensis varyetesi; ( Assam Çay ); Yaprakları elips şeklinde olup 8-10 cm uzunluğunda ve 3-7 cm genişliğindedir. Assam çayı geç ve seyrek çiçek açar. Yaprak verimliliği fazla olmakla beraber olumsuz şartlara karşı dayanıklı değildir.

Camellia Sinensis varyetesi; (Kamboçya Çayı); Yaprak büyüklüğüÇin çayı ve Assam çayı arasındadır. Genellikle yapraklar elips şeklinde olup meyve ve tohum yönünden diğer çay çeşitleri ile benzerlik gösterir.

ÇİÇEK; Ülkemizde Ağustos ayı başında tam teşekkül etmiş yaprakların koltuklarında kısa bir sapın ucunda tomurcuk belirmeye başlar. Ağustos sonunda veya Eylül başında bu tomurcuk daha da gelişerek sapı uzar, açılır, beyaz ve gösterişli çiçekleri oluşur. Tam teşekkül etmiş bir çiçekte 5-7 adet taç yaprağı bulunur. Çiçek aksamı helezonidir. Erkek organlar beş veya daha çok sayıdadırlar. Dişi organ bir tane olup üç parçalı bir tablo oluşturur. Taç yapraklar döküldükten sonra çiçek sapının ucunda tepeli aşağı doğru meyveleri her zaman görmek mümkündür. Bunlar bahara girince şişmeye başlar ve Eylül ayında parlak yeşil bir renk alır. Ekim ayı içinde olgunlaşmaya başlayan meyveler kirli yeşil veya kırmızımsı bir renk alırlar, uçlarından yarılarak tohumlar açığa çıkarılır.

MEYVE (Tohum) ; Meyveler üç gözlü ve kalın cidarlıdır, meyve içinde 3-6 adet arasında değişen tohum bulunur. Normal olarak üç tohum oluşturması gerekirken yumurtalıktaki parçaların dumura uğraması nedeni ile tohum adedi azalmaktadır. Bazen bir gözde birbirinden ayrı birer tarafları yassı tohumlar da bulunur.

Olgunlaşmamış meyveler yeşil, olgunlaştıktan sonra meyveler kahverengi fındık iriliğinde, normal olarak 12 mm çapındadır. Tohumların bünyesinde 20-30 nispetinde yağ bulunur. Bu yağda saponin maddesi vardır. 

Kaynak; Rize-Pazar hava limanı Çay Müzesi sergisi


6 Haziran 2024

Tunceli’de 3. Gün: Tunceli Müzesi, Rabat Şelalesi ve Bağin Kaplıcaları

 
RABAT ŞELALESİ...

Suzan Peker yazdı

Tunceli’de son günümüz ama uçağımız akşam 9.20’de olduğu için bir güne çok gezi sığdırabiliriz. İlk durağımız otelimizin hemen yanındaki Tunceli Müzesi. Müze, Avrupa Müze Akademisi tarafından düzenlenen Luigi Micheletti Ödülleri’nde Avrupa’nın en iyi ikinci müzesi ödülünü almış.

1930’lu yıllarda kışla olarak inşa edilen bina 2020 yılından beri müze olarak hizmet veriyor. Müze’yi hakkıyla gezmek isterseniz en az üç saatinizi ayırmanız gerekiyor. Biz hızlı bir tur yapabildik. 5 bin 500 metrekare kapalı alan ve bin 800 metrekare avludan oluşan müzede tarih boyunca bölgede yerleşik uygarlıkların yaklaşık 2 bin civarında eserini görebilirsiniz.

 

TUNCELİ MÜZESİ’NDE SEMAH CANLANDIRMASI...

TUNCELİLİ CEMAL SÜREYA’NIN BALMUMU HEYKELİ...

BRONZ KAZAN AYAKLARI...

PİŞMİŞ TOPRAK KAPLAR...

 DINGIL MASALI’NI ANLATAN RESİM...

 Alevi inanç kültürüne dair ritüelleri ve bilgileri; film gösterimleri, bilgilendirme panoları ve canlandırmalarla izleyebilirsiniz. Biz oradayken bölge masallarının resimlerinden oluşan çok güzel bir geçici sergiye de denk geldik.

LEYLEKLER...

Tunceli merkeze yaklaşık 20 km uzaklıktaki Rabat Kalesi, Rabat Şelalesi ve Rabat Köprüsü’ne doğru yola koyulduk. Yol boyunca leylek yuvalarını gördük sık sık. Dağlara doğru tırmanıyor aracımız. Arada bir mola verip, Munzur Dağları’nın karlı yamaçlarını uzaktan görüyor, derin vadilere bakıyoruz.

RABAT ŞELALESİ YOLU...

Aracımızdan indikten sonra kısa bir yürüyüş yapıp Rabat Şelalesi’ne ulaştık. 80 metreden dökülen şelale, yaz aylarında kuruyormuş. Suyun dansı muhteşem. Rabat Kalesi, Urartular döneminde kayalara oyularak yapılmış.

RABAT VADİSİ’NDE YABAN KEÇİSİ...

Kale ve tarihi köprüye ulaşmak bizim için zorlu bir yolculuk gibi durduğu ve zamanımızda az olduğu için bir çay içimi soluklanıyoruz. Ben kayalıklardaki yaban keçilerini fotoğraflamak peşindeyim.

GÖÇEBE TOPLULUK ŞAVAKLAR...

Şehre doğru geri dönüyoruz, Mazgirt ilçesi Dedebağ Köyü’ndeki Bağin Kaplıcaları’na gideceğiz. Yol üzerinde Şavaklar’a rastlıyoruz. İlk gün kahvaltıda deneyip beğendiğimiz Şavak Peyniri; hayvancılık yapan Şavaklar’ın elinden çıkıyor. Bu yöreye özgü bir tür tulum peyniri. Göçebe bir topluluk olan Şavaklar, küçük baş hayvancılıkla geçimlerini sağlıyorlar.

 

PERİ ÇAYI...

BAĞİN KAPLICA HAVUZU...

Yolumuza devam edip, dağların arasından yükselip alçalarak Peri Çayı’nın kenarındaki Bağin Kaplıcaları’na ulaşıyoruz. Peri Çayı, travertenlerden oluşan iki duvarın arasında yemyeşil akıyor. Kalsiyum sülfat, sodyum sülfat ve klorür bikarbonat içeren zengin mineralli suların; romatizma, eklem, cilt ve birçok damar hastalığına iyi geldiği belirtiliyor. Kadınlar ve erkekler için ayrılmış açık ve kapalı havuzlarda 40 derece suya girenler şifa arıyor. Kaplıcaya girin ya da girmeyin restoranında lezzetli et yemeklerinin tadına bakabilirsiniz.

Tunceli’de görülecek çok yer var ama biz üç güne ancak bunları sığdırabildik. Elazığ’a doğru yol alırken, güneş, Keban Barajı’nın üzerinde alçalıyor…